15 Ağustos 2012 Çarşamba

Ensemdeki nefes...

    Kötü bir huyum var, yıllardır beni üretmekten alıkoyan: Ya tam olsun, ya hiç olmasın deyişim, sonra da hiçbir şeyi tam hale getiremeyişim... Ama şimdi, 7 saattir çeviri yapmanın verdiği sarhoşluktan mıdır bilmem, bırak tam olmasını, yarım, çeyrek falan bile olmasını beklemeden, aklımdan geçeni hemen yazacağım. Bana kalsa, planlı programlı gidecektim, kitap yazar gibi sırayla, düzenli... Gerek yok beklemeye! Hatta tam da meselenin doğası gereği, beklemeye gelmez bu yazı. 

      Azrail, bir gece "rüyamdaki gerçeklik"te, arkadan yaklaşıp simsiyah elleriyle ruhumu tutup çektiğinden beri, orada, çaresizlik ve sonsuz bir karanlık için gitmemek için yalvardığımdan beri, ensemde onun nefesiyle yaşıyorum. Siyah ellerinin ruhumu kavradığı an hissettiğim acizliği ve felç edici korkuyu unutamıyorum... 

      Zaman: Azrail'in nefes alıp verişi! Benim nefes alıp verişim... Geçen veya bir yanılgı sonucu geçtiğini sandığım, varlığını "var saymadığım" ama yokluğunu kavrayamadığım: Zaman. Aslında her geçen anda, her birinde, yavaş yavaş öldüğümü bilmek, işte o nefes böyle bir şey. Azrail, sadece öldüğün anda gelip ruhunu alan bir misafir değil, her an seninle, hemen arkanda... İstesen de istemesen de, ardında bıraktığın her şeyi, her anıyı yutan kocaman bir dev. Üstelik sadece yaşantılarını saçarak ilerlemiyor insan, her bir adımda canından, nefesinden, gençliğinden bir parça daha eksiliyor. Sanki dar, dikenli duvarları olan bir tünel zaman, biz de pamuklara sarılı ruhlarız. Her adımda pamuklarımız takılıyor duvarlara, giderek azalıyor, inceliyor, zayıflıyor. -Kötü bir benzetme oldu ama bulamadım başka bir şey- Öyle işte, zaten kırılgan, hassas bir beden içinde yaşıyoruz, o da her nefes alıp verdiğimizde, ışığının bir kısmını Azrail'e kaptırıyor, giderek soluklaşıyor, sönüyor. 
        Hadi diyelim bedeni bir kafes, bir kostüm kabul ettik, kendimizi teselli ettik. Peki ya en kıymetlimiz? Benliğimiz, bilincimiz, farkındalığımız, canımız, ruhumuz? O bizimle geliyor gelmesine, hem de zaman bir şey çalamıyor ondan! Azrail geçen anları istediği kadar yutsun, o anların ruhumuzda bıraktığı izleri, anıları, deneyimleri, kazanımları yutamıyor! Dolup taşarak geliyor benliğimiz, eğer doğru adımları atarsak güçleniyor, zenginleşiyor, bilgeleşiyor! Zamanı bir şekilde alt ediyor ruh, ama Azrail'in son bir kozu var elinde. "O" an geldiğinde, ruhunu da yutacak mı bilemiyorsun. Benliğin, deneyimlerin, anıların, sevdiklerin, her şeyin ruhunda kayıtlı! Ya seni, her şeyinle seni, yok edebiliyorsa Azrail? Ya o kara eller, çekip çıkardıktan sonra ruhumu bedenimden, beynimde kayıtlı olan bütün bilgi gidiverirse ben'den? O zaman ben kalır mıyım? Beni ben yapan şey bu yaşantı mıdır, anılarım mıdır? Değilse bile, öz farkındalığım olmadan, var olduğumu kavramadan, var olmanın bir anlamı var mıdır? Var olduğunu fark etmeyen var olur mu ki? 

          Bu kadar yeter, biraz düşüneyim bakalım.

7 Nisan 2012 Cumartesi

Ölüm korkusu neden artar?

    Doğada bazı hayvanlar çok sayıda yavru doğururlar ancak doğal seleksiyon ile bu yavruların çok az bir kısmı hayatta kalabilirler. Bu doğanın kusursuz dengesinin bir sonucudur. Doğa 10 yengece ihtiyaç duyarsa ve yengeç yavrularının ortalama olarak yüzde doksanı doğal sebeplerden ölüyorsa, o zaman 100 yavru dünyaya gelir. Peki bu bilginin ölüm korkusu ile ve daha da önemlisi benimle ne ilgisi var? Çünkü kendimi o 100 yavrudan biri gibi hissediyorum ve denize ulaşamadan ölmekten korkuyorum. Hem de biyolojik açıdan da çevre koşulları açısından da diğer yavrulardan çok daha şanslı bir şekilde hayata başladığım halde. Neden? Tembelim çünkü. Korkağım da biraz, öz güvenim de eksik ama geride kalıp patinaj çekmemin tek bir sebebi var: Tembelim. Birkaç kez söylersem belki kendime gelirim diyorum, gerçi ben bunu kendime uzun zamandır söylüyorum. Neden korku bastı peki 10 yıllık tembellik dönemini sakin sakin geçirmişken? Rüyamda yengeç yavrularını gördüğüm için mi, yoksa diğer yavruların önüme geçmeleri mi korkuttu beni? Yok onlar değil. Ölüm korkutuyor beni. Herkesin içten içe her an içinde kaybolabileceğini bildiği ama yine de her nasılsa bilmezmiş gibi yaşayabildiği ölüm. Yıllardır yazacağım kitabın konusunu arardım, eh buldum işte en azından.


   PS: Evet genlerimde var karamsarlık, babam sağ olsun...

28 Kasım 2011 Pazartesi

İlk söz

"The greatest waste in the world is between what we are and what we could become."

"Dünyadaki en büyük israf, olduğumuz kişi ile olmuş olabileceğimiz kişi arasındaki farktır."